10 Haziran 2015 Çarşamba

FLAMENKODAN TANGOYA 2015 Konseri

Konser bugün Saat:18.00 de  İstanbul Feshane'de.. Tam bir müzik ziyafeti olacak. İlgilenenlere biraz geç de olsa duyurulur:))

Bu konser İSMEK Kurslarının yıl sonu etkinliğidir. Çok değerli öğretmenim Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar) ile birlikte Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar),Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar) ve Çağlar Yavuz (Yan Flüt)' u bir arada dinleyecek olmaktan büyük heyacan ve mutluluk duyuyorum.

Sevgili öğretmenim  Tufan Kurdoğlu'na kurs süresince bana gösterdiği sabır, anlayış, hoşgörü ve verdiği emek için çok teşekkür ediyorum... Önümüzdeki kurs döneminde de tekrar öğrencisi olup, başladığım gitar öğrenme serüvenimi bir adım ileriye taşıyabilmeyi umuyorum...


FLAMENKODAN TANGOYA 2015 KONSERİ


a




PROGRAM / REPERTOIRE

1-Milonga 

(Jorge Cardoso 1949, Arjantin-Posadas)

Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)


2-Jongo 

(Paulo Bellinati 1950, Brezilya-Sao Paulo)

Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

3-Bulerias

(Kaynak: Paco de Lucia,1947-2014, Algeciras &Juan Martin, 1948&Paco Pena, 1942 Cordoba)

(Düzenleme: Tolgahan Çoğulu&Tufan Kurdoğlu) 

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

4-Claruscuro 

(Paco Pena 1942, Cordoba)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

5-Milonga de Mis Amores "1937" 

(Pedro Laurenz -Bandeneonist- 1902-1972, Buenos Aires)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

6-Take Five "1959" 

(Paul Desmond -Alto Saksofonist- 1924-1977, San Francisco)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

7-Manha de Carnaval "1959" (Black Orpheus)

(Luiz Floriano Bonfa, 1922-2001, Rio de Janeiro)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

8-Liber Tango "1974" 

(Astor Piazzolla 1921-1992 Arjantin, Mar del Plata)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Akustik Bas)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

9-Enre dos Aguas "1975" 

(Paco de Lucia,1947-2014, Algeciras)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

10-Zyrab "1990" (Paco de Lucia,1947-2014, Algeciras)

Çağlar Yavuz (Yan Flüt)
Mardin Ari Hergel (Perdesiz Bas Gitar)
Tolgahan Çoğulu (Klasik Gitar)
Tufan Kurdoğlu (Klasik Gitar)

14 Ocak 2015 Çarşamba

Karbonhidrat mı?.. Yağ mı?..

Evet! 

Karbonhidrat mı, yoksa yağ mı daha çok şişmanlatır?

Ya da;
Karbonhidrat  tüketirsek mi daha kolay kilo veririz yoksa yağ tüketirsek mi?

Ya da;
Bir bilenin dediği gibi "işin sırrı dengede" mi?..  Öyleyse bu denge kimden yana?.. Yağ, karbonhidrat, protein?

 Kesin olan şu ki yağ, beslenmede son yılların yükselen değeri. Ben Prf. Dr.Canan Karatay televizyon programlarında "Yağdan korkmayın, asıl şeker ve undan kaçının" diye konuşmaya başladığında Karatay'ı hemen "kara liste"ye aldım:))  Hadi canım o kadar bilen yanılıyor olamazdı. Ayrıca ortada bilimsel (İsviçreli mi, ingiliz mi bilemem, türk olmadığı kesin bilgi) araştırmalar sonucu belirlenmiş, bütün dünyaca kabul görmüş meşhur bir "besin piramidi" de vardı. Olsa olsa ezber bozarak, dikkat çekmeye çalışan biriydi sadece. Diğer yandan,  koskocaman profesörün niye böyle bir derdi olsundu?  
 Derken... 
 Rüzgar yağdan yana esmeye başladı  ve "besin piramidi" piramit kalmaya devam ederken içinde bir hayli değişimler oldu.  Benim gibi piramide,  piramit diye bakanlar değişikliklere pek dikkat etmemiş olabilir:)) 
 Dikkatimden kaçmayan, proteinin yeri hemen hemen sabit kalmaya devam etmekte.. Bununla birlikte bu konuda bakalım kim ezber bozacak diye ben de merakla beklemekteyim;)
 
Bilimsel araştırmalar adı üstünde, araştırma. Yeni ulaşılan bilgilere bağlı olarak "doğru bildiğimiz yanlışlar" listesi uzamaya devam edecek gibi.

Çıkış yolu;  

Körü körüne inanma,
Şüphe duy,
Ön yargılı olma,
Sorgula, araştır.
 
Önce oku ama:))
 
 
 
 
  
 
 

Yaşasın Tereyağı!



“Yağın yasaklar listesinde olması Amerika’nın daha fazla hastalıklarla dolu ve obezitenin tehlikeli bir şekilde arttığı bir ülke olmasına neden olan en büyük hatanın sebebi oldu”
1984 yılında Amerikan TIME dergisi dünyayı sarsacak bir başlık atar; ‘Kolesterol: Şimdi kötü haberler’. Bu başlık tamamen Amerikalı kardiyologların bilgilerine göre verilmiş bir karardı ve başta Amerika hükümeti olmak üzere tüm dünyada katı yağlar için bir savaş başlatıldı. Hayvan kaynaklı tüm yağları yasaklayan bu kampanya yağ içeren yumurtanın ve yağlı sütlerin satışını belirgin olarak düşürdü. Kalp hastaları o tarihten beri tereyağı, yumurta ve etten korkar hale geldi.


Peki, neden kolesterol  yasaklandı?
Her şey 1961’de TIME dergisi bir haberin doktorların kalp krizine sebep olan şeyin kolesterol olduğunu bulduğunu belirtmesi ile başladı.  Kalp ameliyatları yapan doktorlar kalp krizi geçirmiş olan hastaların damarlarını incelediklerinde biriken şeyin kolesterol olduğunu fark etmişlerdi. Yani kolesterol kalbi besleyen ince damarların duvarına birikiyor ve damarların daralmasına neden oluyordu. Daralmış bu damarlar aniden tıkanınca da kalbin kasları ölüyor ve hastanın ölümüne yol açabilecek kalp krizine neden oluyordu. Biriken bu kolestrol çeşidi LDL tipi olduğundan o zamanlar kolesterol birikiminin en önemli sebebinin katı yağ olduğu düşünüldü. Ve böylece yapılan çıkarsamaya göre katı yağ tüketimi engellenirse dünyada en fazla ölüme sebep olan kalp krizinin azaltılacaktı. Bu nedenle doktorlar katı yağ tüketimini kalp hastalarına yasakladılar. Aslında çok temel bir hata yapılıyordu ve bu hata uzun süre fark edilmedi.

Hani yaşam süresi uzayacaktı…
Bu bilgiler büyük bir etki gösterdi ve sadece hastalar değil tüm Amerikalılar yağdan korkar hale geldi. Tereyağı neredeyse hiç yenilmez oldu. Yumurta sarısı kabus haline geldi. Sütler yağsız olarak satılıyordu. Bu arada insanların yağ yerine daha çok karbonhidrat tüketmesi önerildi. Bilim adamları yağ tüketiminin azaltılmasının kalp hastalıklarından ölümü belirgin biçimde azaltacağını düşündüler. Artık insanlar daha sağlıklı yaşayacaklardı. Bundan çok emindiler ancak yıllar geçtikçe bu azalmayı göremediler. Daha da kötüsü hiç beklemedikleri bir şey Amerika halkını etkilemeye başladı: ‘şişmanlık ve şeker hastalığı’ tıbbi adıyla obezite ve diyabetes mellitus.

Asıl düşman Karbonhidrat
Obezitenin, şeker hastalığı ve kalp hastalıkları gibi iki büyük tehlikeye yol açtığı daha önce de biliniyordu fakat bilim adamları yağ tüketimini yasaklarken o kadar rahattılar ki bu iki tehlikenin artacağını fark edemediler. Yağ tüketimi kısıtlanınca masum olduğunu düşündükleri karbonhidrat tüketimi çok fazla arttı. Karbonhidrat sadece şekerde değil asıl olarak tüm tahıl ürünlerinde ve patates gibi nişastalı ürünlerde bulunuyordu. 1950’lerden itibaren en büyük tehlikelerden biri olan beyaz yani rafine edilmiş buğday unu tüketimi belirgin olarak arttı. İnsanlar tadı daha lezzetli olduğundan beyaz undan yapılan ekmek ve yiyecekleri tüketmek istedi. Yağ tüketiminden korkan insanlar hiç korkmadan beyaz undan yapılmış pastalar, tatlılar bisküviler tükettiler. Hatta bebeklerine bile anne sütü yerine nişastadan yapılmış mamalar verdiler. Oysa en büyük tehlike yağ değil tüm besin içeriklerinden uzaklaştırılmış beyaz un ile geliyordu.

“Su içsem yarıyor”
 Beyaz un saf şeker kadar karbonhidrat içeriyor ve sofra şekeri kadar hızlı bir şekilde kana karışıyor. Vücudun dengesini altüst eden durum işte burada başlıyor. Tatlı bir şey yediğimizde vücudumuza şeker geldiğinin sinyali şeker ağzımızdayken iletilmeye başlıyor. Bu sadece tokluk hissini değil insülin salgısını da arttırıyor. İnsülin pankreastan salınan bir hormon ve kan şekerimizin artmasını engelleyen tek hormondur. Bu nedenle çok özel bir dengesi mevcuttur. İnsülin sistemi bozulduğunda veya yokluğunda şeker hastalığı ortaya çıkar. Beyaz unlu yiyecekler bu dengeyi bozan en önemli gıdalardır çünkü yediğimizde insülin salınımını hemen arttırmamaktadır. Bunun en büyük tehlikesi çok miktarda yediğimiz halde tokluk hissini uyandırmamasıdır. Bağırsaklarda şeker kadar hızlı emildiği için şeker kadar insülini arttırdığı halde tokluk hissini geç uyarması, kan şekerini aniden çok yükseltmesine ve insülini de çok fazla arttırmasına neden olmaktadır. İnsülin fazla şekeri yağa dönüştürür. Yağ birikimi gittikçe artmaya başlıyor ama hasta bunu uzun süre fark edemez ve obezite gelişir. Hastanın bunu fark edememesinin en önemli sebebi beyaz un ile yapılan yiyeceklerde görülen gizli hipoglisemi denen durumdur. Uzun süre boyunca karbonhidrat o kadar masum olarak biliniyordu ki hastalar az yemek yediklerini düşünüyor olmalarına rağmen neden kilo aldıklarını anlamıyorlardı ve ‘su içsem yarıyor’ diye konuşuyorlardı.

Tam buğday ekmeği yediğinizde kan şekeriniz bir anda yükselmez. Kan şekerini fazla yükseltmediği gibi bağırsaklardan kan şekerinin yavaş ama uzun sürede kana geçmesini sağlar. Bu durumda insülin fazla artmadığından kan şekeri de uzun süre düşmüyor. Ancak beyaz unlu gıdalarda insülin fazlasıyla artar ve alınan şeker çok kısa sürede kana karıştığı için kısa zaman sonra kan şekeri düşer. Tam buğday unu ile yapılan bir yiyecek 6-7 saat sonra açlığa neden olacakken beyaz unlu yiyecekler 3 saatten sonra açlık hissini başlatır. Çok fazla salınan insülin kan şekerini hızla düşürdüğünden kişinin kan şekeri normalden çok fazla düşer. Çarpıntı, sinirlilik, terleme, titreme, bu durumda görülebilir. Dayanılmaz bir açlık hisseden kişi aslında yeterince enerji aldığı halde tekrar yemek zorunda kalır. Daha yakın zamanda yemek yemiş olduğundan kan şekerinin düştüğü anlaşılamaz. Bu nedenle bu duruma gizli hipoglisemi (kan şekerinin düşmesi) denir.

Sahte mutluluk veren gıda
Saflaştırılmış şeker ve unlu yiyecek yiyen kişi yemek sonrası mutlu ve neşeli bir haldeyken kısa zaman sonra sinirli ve mutsuz bir hale gelir. Kişilikteki bu ani değişim o kadar ileri seviyede olabiliyor ki bipolar yani manik-depresif kişilik bozukluk tanılarına bile neden olmaktaydı. Yağ kısıtlaması ve rafine karbonhidratlar sonrası Amerika’daki psikolojik hastalıkların artışının da bundan kaynaklanabileceği söyleniyor. Bir bağımlılık durumu nedeniyle obezite bu kişilerde sık görülmekteydi. ‘Ekmek yemezsem doyurmuyor’ sözünün anlamını anladınız herhalde. Bir çeşit bağımlılık gelişiyor.


Daha kötüsü yıllarca fazla şekerle karşılaşan insülin sistemi bozulmaya başlıyor ve şeker hastalığı ortaya çıkmaya başlıyor. Kandaki fazla şekeri düşürmek için daha fazla artması gerekiyor ve öyle bir dereceye geliyor ki artık kan şekeri hep yüksek kalıyor. Şeker hastalarının kan şekerinin ve insulin seviyesinin yüksek olması en başta damarları etkiliyor ve bu durumda en çok etkilenen organlar göz, böbrek ve kalp damarları oluyor. Hipertansiyon neredeyse tüm obeziteye bağlı diyabet hastalarında görülüyor.

Yağ daha masum
Yağ ve yağlı yiyeceklerde durum farklı. Yağ midenin boşalmasını geciktirdiği gibi şeker içermediği halde tokluk hissini uyarabilmektedir. Bu durum özellikle yıllarca yasaklanan doymamış veya rafine edilmemiş yağlarda daha fazladır. Tokluk hissinin uzun sürmesi nedeniyle fazla miktarda şeker içeren gıda ihtiyacı azaldığı gibi ani kan şekeri düşmesine yol açmaz. En önemli katkısı ise insülin etkisi üzerinedir. Fazla şekerin yağa dönüşmesine neden olan insülin yağlı yiyecekler yendiğinde daha az artar ve bu da obezite ve diyabet gelişimini azaltan bir durum.


En büyük hata yağın yasaklanması
Yağın yasaklanması Amerikalı bilim adamlarının düz mantık kurarak yaptığı bir teoriye dayanmaktaydı. ‘Yağ yemezseniz kalbinizin damarları yağ nedeniyle tıkanmaz.’ Oysa bu yasak Amerika’nın daha fazla hastalıklarla dolu bir ülke olmasına neden olan en büyük hatanın sebebi oldu. Daha fazla obezite ve şeker hastası daha fazla kalp, hipertansiyon, böbrek ve psikiyatri hastası demek oldu. Yıllarca yapılan hata o kadar büyüktü ki artık tüm saygınlıklarını kaybetme pahasına TIME dergisi kapağında ‘Yağ Yiyin’ diye başlık atmak zorunda kaldı.
Dr. Vedat Aslan - İç Hastalıkları Ve Hematoloji Uzmanı

18 Aralık 2014 Perşembe

Kilo...Nefes...Yağ...

Son zamanlarda pek yazmasam da kilo verme gayretim iki ileri-bir geri şeklinde sürmekte. Dolayısı ile bu konuda sürekli okuyor ve araştırıyorum.


Eksik olmasınlar bilim adamları da biz kadınlara yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Şimdi de yağların bizi nasıl terk ettiğini araştırıp bulmuşlar.

Terk etsin de nasıl terk ederse etsin diyorum yine de okumadan edemiyorum:))
Fotoğraf google'dan alınmıştır.




Yağlar vücudu nefesle terk ediyor


Kilo verdikçe yaktığınız yağların çoğu verdiğiniz nefesle vücudunuzu terk ediyor.
Ancak bu, kilo vermek için bol bol nefes alıp vermenin yeterli olduğu anlamına gelmiyor, bilim insanlarına göre egzersiz yine de şart.
Yağın vücuttan nefesle çıktığı bulgusu, mikroskobik seviyede metabolizmayı inceleyen biyokimya uzmanlarına ait.
Avustralyalı uzmanlardan oluşan bu ekip vücuttaki yağın rotasını atom düzeyinde takip etti.
British Medical Journal isimli tıp dergisinde yayınlanan bulgulara göre, yağ vücutta parçalara bölündüğünde bir dizi şey olmaya başlıyor.
Kimyasal bağların kopması, ısının ve kasları güçlendirecek yakıtın ortaya çıkmasını sağlıyor.
Ama atomlar kalıyor ve bunların büyük kısmı vücudu ciğerler aracılığı ile karbondioksit olarak terk ediyor.

Yağ depolanması ve metabolizma

Yiyeceklerdeki yağ, vücutta adiposit adı verilen hücrelerde trigliserid olarak depolanıyor. Trigliserid üç çeşit atomdan oluşuyor: Karbon, hidrojen ve oksijen.
Trigliserid ayrıştığı zaman yaklaşık yüzde 20'si moleküler yapısı H2O olan suya, geriye kalanı karbondiokside (CO2) dönüşüyor.
Oluşan su idrar, dışkı, ter, nefes, gözyaşı ya da diğer vücut sıvıları ile atılabiliyor ve su içerek kolayca yerine konabiliyor.
Nefes yolu ile dışarı atılan karbondioksit için ise bu işlem ancak yemek yiyerek ya da meyve suyu gibi içecekler, tüketerek mümkün.

Akciğerler 'en büyük boşaltım organı'

Araştırma ekibinden New South West Üniversitesi'nden Ruben Meerman ve Andrew Brown, "Bu biyokimyanın hiçbir noktası yeni değil, ama neden bilmem daha önce kimse bu hesaplamaları yapmamış" diyor ve ekliyor:
"Bu sonuçlar akciğerlerin bize kilo vermede en büyük boşaltım organı olduğunu gösteriyor."
İngiliz Diyetisyenler Birliği'nden Duane Mellor yağ metabolizmasını bir otomobilin içinde yanan benzine benzetiyor.
Yağ yandıkça ısı açığa çıkarıyor ve hareketi sağlıyor. Ama aynı zamanda atık da ortaya çıkarıyor. Yağın enerjiye çevrilmesinin ardından ortaya çıkan atomlar ise egzoz gazlarına benzetiliyor.
Tahminlerine göre ortalama bir insan her gün en az 200 gram karbon kaybediyor ve bunun kabaca üçte biri uykudayken oluyor.

'Az ye, çok hareket et'

Bir saatlik dinlenme yerine koşu gibi ortalama şiddette bir saatlik egzersiz yaptığımızda vücuttan 200 grama ek olarak 40 gram daha karbon atılıyor. Atılan toplam karbon miktarı da 240 gram oluyor.
Dolayısı ile kilo vermek için yediklerinizle yaktıklarınız ve nefes yolu ile dışarı verdikleriniz arasında bir denge kurulmalı.
Bilim insanları, "Kilo vermek yağ hücreleri içinde depolanmış karbonun açığa çıkmasını gerektirir, bu nedenle genelde duyduğunuz 'az yiyin-cok hareket edin' öğüdünü takip etmek gerek" diyor.

30 Ekim 2014 Perşembe

KÖŞE Yazıları!

Acı ama gerçek...  
Geldiğimiz nokta, Popüler bakış açısıyla ancak bu kadar basit anlatılabilirdi.


Cumhuriyet Baki, Rüküşlük Gani!

Kalıcığın tanımı, zamana dayanıklılık. Peki, zamana nasıl dayanılır? Yanıt açık ve tek: Yaratılan kurum ya da eserin geçmişten geleceğe salimen varmasını, yani devamını sağlayarak. 
Oysa Türkiye, tuhaf bir ülke. 
Ezici çoğunluğu muhafazakâr ve uzun yıllardır iktidar olmasına karşın; bu muhafazakârların geçmişten geleceğe salimen taşıdığı, devamını sağladığı ne devlet geleneği kaldı, ne kurumu, zaten ne de binası. 
Osmanlı geçmişine özenen muhafazakâr AKP iktidarının, Osmanlı dahil geçmişten günümüze kalan eserlerin çoğunu geleneksel işlevleri içinde korumak ve geleceğe miras bırakmak yerine yok etmesi, muhafazakâr olduğunu haykıran siyasal bir görüş adına en azından hayret vericidir. 
Bırakın muhafazayı, eline düşen her kültür mirasını pazaryerine dönüştürmek iştahı da başlı başına bir çelişki… 
Dünyada eski eserlerini böylesine talan, dolayısıyla övündüğü tarihi bile inkâr ve tahrip eden bir muhafazakârlık yok. Zaten tüketim ve keyfe odaklı bir gericilik de yok!
***
Bu muhafazakârların aklına asla opera, tiyatro, konservatuvar, kitaplık, medyatek, sinematek, müze, hatta “külliye” bile inşa etmek gelmiyor. Cami, AVM ve otele kültür diyorlar. 
Daima hızlı tüketime yönelik alışveriş, yemek ve lüks sandıkları rüküş mekânlarda yan gelip yatmaktan ibaret yaşam tarzına doymuyorlar. Zaten adım başı kondurdukları birbirinden biçimsiz camileri de altına dükkân, yanına AVM açıp, “iş”yapmadığı zaman da satarak (Bzk. Üsküdar Belediyesi’nin sattığı iki cami) tüketim zincirine dahil ediyorlar. 
İslam dini, gösteriş ve israfı günah kefesine koyar. 
Oysa bu muhafazakâr Müslümanların kadınları, tepeden tırnağa örtünüyor, ama baş örtülerinin Hermes, pardösülerinin Burberry, çantalarının Chanel, ayakkabılarının Prada, yüzüklerinin Cartier, saatlerinin de Gucci ya da benzeri ve hepsi “kâfir” Batı markaları olduğunu göstere göstere salınıyorlar! Zaten erkekleri de bir tuhaf. Kimisi, boynuna Hıristiyanlığın “medeniyet yuları”Ferragamo marka kravatını takıyor; kâfir İngilizin birahaneye giderken giydiği kareli Paul Smithceketiyle de parlamento kürsüsünden caka (!) satıyor! 
Sakal salıp takke, sarık, potur, cüppeyle dolaşan kimisinin bileğinde de Patek PhilippeVacheronArmani, artık Allah yüz bin TL’den aşağı olmayan hangi kol saatini verdiyse, o parlıyor!
***
Eh, “küffar”ın modasını bunca yakından izleyen, bir giydiğini ertesi mevsim giymeyen, lüks makam aracını iki yıl üst üste kullanmayan, hanımın arabasını her yıl yenileyen ve hanımı yenileyemediği zaman da yedekleyen tüketim akıncılarına, elbette ne tutucu denebilir, ne de gerici. 
Ama “rüküş” denilir! 
Çünkü bunca caka çabası, bunca gösteriş kaygısıyla yapılan bunca harcamaya, kadını erkeği, haremi selamıyla her biri ancak Rüküşlük Abidesi olmayı başarıyor. Üzerlerinden akan rüküşlük, yaptıkları her şeye yansıyor. Ellerini değdikleri her şey salt çirkinleşmiyor, gülünçleşiyor. 
Kentler rüküşleşiyor ve rüküşlerin hayranlıkla seyrettiği zenginlik simgeleri, kahkahalarla güldüren abesliklere dönüşüyor. Düşünün ki abuk gökdelenlerin dikildiği kentler lağım kokuyor, çünkü rüküş, nüfusa orantılı lağımı arıtmayı zaten beceremiyor, kanalizasyon yapmayı da bilmiyor. Sular kesiliyor, çünkü rüküş, yağmur sularını emecek toprak bırakmamış, ormanları bile betonlamış, yeraltı sularını kurutmuş; barajın tam üstüne yağmur yağsın diye bekliyor!
***
Bir sonraki aşamada barajların üstünde el açıp, bulutlara “sağ yap, sol yap, biraz daha sağ, hah şimdi yağ” diye duaya çıkarsa hiç şaşırmayın, çünkü kafa bu… 
Övündüğü Osmanlı’dan kalan tarih eserlerini bile muhafaza etmeyen bu sahte muhafazakâr, gerçek fırsatçılar, elbette Cumhuriyetin neyi var neyi yok yıkacaklardı ve yıkıyorlar. Ancak… 
Kalıcılığın tanımı, zamana dayanıklılıktır. Ve bu rüküşlerin yaptığı her şey daha şimdiden dökülüyor, sevgili okurlarım. Yozluk, yolsuzluğu yaratırken kemirmeye başlar. Hızla çürüyorlar. Aydınlığı karartabilirler, ama yenemezler. 
Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun!

22 Ağustos 2014 Cuma

KÖŞE Yazıları :))

 Algıda seçicilik denen bu olsa gerek. İnsan onca yazı, durum v.s. içinden kendini en çok ilgilendireni  hemen bulup seçiyor. Ben de yazının başlığını görünce kayıtsız kalamadım. 
Yazının tamamı çok güzel, her maddeninin altına imzamı atarım. Bence 50'li yaşlara gelince pek çogu kendiliğinden oluşup, gerçekleşiyor. Yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimler, hayata bakış açımızı etkileyip değiştiriyor. Yani genel bir tanımla "olgunlaşıyoruz." 
 Bir arkadaşım -aynı yaştayız kendisiyle- yazıya yorum olarak; "yıllar önce 50 yaşına girmişim" diye yazmış. Onun tuzu kuru tabii, hiç kilo derdi olmadı ki. Benim de  kilo dışında diğerleri tamam zaten :))
  8. madde benim durumuma "cuk" oturuyor: "Sorun sağlık " kısmı öncelikli elbette. Yine de bir kadın kaç yaşında olursa olsun her zaman estetik kaygısı vardır.Yani sorun  hem  sağlık , hep  estetiktir.

Madde 8:
"... Şu fazlalık 10 kiloyu bırakın.
40'ların sonundasınız ve 5-10 kilo fazlanız var... Derhal o kiloları bir yerlerde bırakın. Yürüyüşte, yüzmede, spor salonunda... Fark etmez. Sorun "estetik" değil, sağlık. Fazla her kilo 50'lerden itibaren sağlık açısından bir tehdit çünkü."

Benden bir öneri: Kilolarınızdan kurtulmak için 50'li yaşlarınızı beklemeyin  geç değil ama inanın  güç oluyor.


50 yaşından itibaren neleri bırakmalı
Hayat çok kısa. Ya da çok uzun. Nereden baktığınıza bağlı.
Ama logaritmik bir ilerleyişi olduğu kesin.
Yani yaşamın çocukluk-gençlik döneminde yılların araları çok çok uzun ama yaşlandıkça feci kısalıyor. 6 yaşla 10 yaş arasında neredeyse asırlar varken, 45 ile 49 arası bir göz kırpmalık mesafe sanki.
O yüzden de ilerleyen yaşlarda hayat daha kıymetli geliyor hepimize. Acayip uçucu olduğu için.
Yabancı bir internet sitesinde "50'lerden itibaren bırakmanız gereken 10 şey" konulu bir yazı görünce, ilgilendim haliyle. Ve sizlerle de paylaşmak istedim.
1... Eski eşinizden ya da sevgilinizden nefret etmeyi bırakın. 
Nefret insanı sinsi sinsi kemiren bir duygudur. Son günlerin moda deyimiyle "affetmeyi öğrenin". Affedemiyorsanız, en azından "kayıtsız kalın". 
2... Dedikoduyu ve başkaları hakkında kötü konuşmayı bırakın.
Artık lisede değilsiniz. Dedikodu sizin için enerji ve zaman kaybından başka bir şey değil.
3... Minnet duymama huyunuzu bırakın.
Size iyi davrananları değil, kötü davrananları önemseme ve sürekli bunları gündemde tutma huyunuzu bir tarafa bırakın. Kızınızın ya da oğlunuzun doğum gününe, nişanına, nikahına kimlerin gelmediğine değil, kimlerin "geldiğine" odaklanın. Size kazık atanları değil, hoşluk yapanları "parlatın".
4... "Ümitsiz vaka" arkadaşları bırakın.
Herkeste vardır öyle bir ya da iki arkadaş. Sürekli bir takım dertlere batıp çıkarlar ve her battıklarında size koşup saatlerce kafanızı ütülerler. Ama söylediğiniz hiçbir lafı da iplemezler. Ayrıca, siz zor durumda kaldığınızda nedense hiç ortalarda görünmezler. Gençken tamam da, 50 yaşından sonra kıymetli vaktinizi böyle boş işlerle harcamayın. 
5... Karmaşayı bir tarafa bırakın.
İnsan 50 yaşına yaklaşırken, neyin değerli neyin daha az değerli olduğunu az buçuk anlıyor. Aile, gerçek arkadaş(lar), dost(lar) ve sizin için gerçekten anlamı olan bir "iş". Gerisi hakikaten kuru gürültü. Dolaplar dolusu giysiye ve elli tane ayakkabıya da ihtiyacınız yok, laf olsun torba dolsun misali sosyal aktivitelere de. Ve ruhunuzu öldüren bir işe de.
6... Kafası karışıklığı iyi bir şey sanmayı bırakın.
"Karmaşık insanlar" ilginçtir. Ezbere konuşmazlar, her davranışlarının bir nedeni vardır. Bilgileri süs gibi durmaz üstlerinde, içselleştirmişlerdir. Onlar sayesinde yeni bakış açıları keşfederiz, zenginleşiriz. Ama "kafası karışık insanlar" ilginç değildir. Hayatı çorbaya çevirmekten başka işe yaramazlar.
7... Daha fazlasını istemeyi bırakın.
Mutlu insanların ortak sırrı, ellerinde olanın kıymetini bilmeleridir. Elindekinin kıymetini bilmiyorsan, daha fazlasını istemenin bir anlamı yok, çünkü o da seni mutlu etmeyecek. Daha da fazlasını isteyeceksin.
8... Şu fazlalık 10 kiloyu bırakın.
40'ların sonundasınız ve 5-10 kilo fazlanız var... Derhal o kiloları bir yerlerde bırakın. Yürüyüşte, yüzmede, spor salonunda... Fark etmez. Sorun "estetik" değil, sağlık. Fazla her kilo 50'lerden itibaren sağlık açısından bir tehdit çünkü.
9... Her şeye evet demeyi bırakın.
Kimsenin kalbini kırmamak ya da sevimli görünmek adına, olur olmaz her isteğe "evet" demeyi bırakın. Sizi zorlayacak, size ters gelen, sizi gerecek hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsiniz. Hele 50 yaşından sonra!
10... Yaşlılıkla ilgili klişe düşünceleri bir tarafa bırakın.
Nasıl bir orta yaş ve yaşlılık dönemi geçireceğinize kendiniz karar verin. Canınız istiyorsa ve paranız varsa Küba seyahatine 60 yaşında da gidersiniz, sörf yapmaya 50 yaşında da başlarsınız, kime ne? 
Orjinal yazı  Neslihan Acu

8 Ağustos 2014 Cuma

KÖŞE Yazıları!..

Bu gün aklımda böyle bir paylaşım yapmak yoktu. Ülkem gündemini işgal eden en önemli konu malum; Cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu gündemin yan unsurları da adayların sarfettikleri sözler. Bunların neler olduğunu da gündemi izleyen herkes üç aşağı beş yukarı bilir.
Yılmaz Özdil'in köşe yazısını okuyunca not etmek istedim. Anlatığı hikaye beni çok etkiledi. Bu güzel ülkenin önce insan olduğunu unutmamış, farklılıklarını zenginlik olarak gören, özde bir, güzel insanlarının birlikte yazdıkları, benzer hikayeler o kadar çok ki.  

Yılmaz Özdil yazısını sonunda der ki:

"İnsan ol önce insan.
Soy sop değildir önemli olan."

Ben bu kadarını yazmış olayım. Yazının tamamını merak edip okumak isteyen olursa;  lütfen burayı tıklasın.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

ANNE... Stres ve Mizah:))

 Bu günlerde liseyi bitiren oğlumun "Üniversite Tercih Dönemi"ndeyiz. Dört yıl önce kızım ile de aynı dönemden geçmiş,  aynı stresi yaşamıştık. Dört yıl nasıl geçti anlamadık, kızım mezun oldu bile:)) 
 Oğlum için de dört yıl sonra benzer şekilde hissedeceğiz hiç kuşkusuz.   
 Böyle stresliyken bir sosyal paylaşım sayfasında "Anne" yi tanımlayan yazıyı okuyunca gülmekten kendimi alamadım.   
 Özellikle "Türk Anneleri"ni abartısız, gerçekçi bir  mizah diliyle anlatan, bazı satırlarında kendimi gördüğüm bu yazıyı, bu günlerin anısına buraya not etmek istedim


ANNE KİMDİR?  




1-Ne Kadar Üzsen De 10 Dakika Sonra Seni Affeden Zarif Bir Memeli Türüdür...
2-Yağlı Bile Olsa Tiksinmeden Saçını Okşayan,Kucağına Yatıran, Öpüp Koklayan Tek Varlıktır...
3-Meleğin Süt Verebilenidir...
4-Yarasın Diye Muhallebinin İçine Ciğer Katarak Çocuğuna Yediren Manyaklık Derecesinde fikir üretendir..
5-Yemek Yemeyen Çocuğun Dikkatini Çekmek İçin Elindeki Tencere Ve Tavalarla Maymunluk Yapabilen Kişidir.
6-Kafayı Çocuklarıyla Bozmuş,Göbek Bağı Kopsa Da Yürek Bağı Asla Kopmayan,Sevgi Dolu Fedakar İnsan Dişisidir...
7-Bulaşık,Ütü yada başka işler yaparken Bile Otomatik Olarak Çene Çalan,Kendi Kendine Konuşan,Kadın Dırdırı Denen Mereti Erkeklere Daha Küçükten Belletendir...
8-Yemek Uzmanı,Düzen İnsanı,Bilgili,Kültürlü Her Şeyi Bilen Şahsiyettir...
9-Yavrularını Yol Tarafından Değil,Kaldırım Tarafından Yürütendir...
10-Dizi Dizi İncidir Lakin Gerektiğinde Laf Sokma Dalında Da Birincidir...
11-Sevgiliden Ayrılma Haberi Verildiğinde,'Amaaan Ben Sana Daha Güzelini Bulurum' Diyebilen Komik Bir Karakterdir...
12-'Oğlum Aradım Yoktun Ben De Mesaj Atayım Dedim Sana.Gelince Ara Beni Emi Aslan Evladım Kara Börülcem Benim Öptüm Annen , Şeklinde Mesajlar Atabilen,Teknolojiyi Israrla Reddeden, Kabullenemeyen,Kafasına Göre Yorumlayan Bilişim Düşmanıdır AMA..
13-AMA Dünyanın En Güzel Kucağına Sahip,En Güzel Kokan, Harikulade Bir Varlıktır...
14-Olmadık Yerlerde İyi Ki Doğurmuşum Ulen Seni!' Diyen Ve Benim Hatırıma Benimle Freddy Mercury Dinleyen Bir Sabır Ağacıdır...
15-Evlatlarını Asla Ayırmayan,Aynı Zamanda Birbirinden Koruyan Güç Abidesidir...
16-Evde Bir Yere Uzandığınız An Orada Temizlik Yapacağı Tutan, Temizlik Konusunda Kayışı Kopardığından Temizlikçi Gelecek Diye Evi Temizleyen Balans Ayarı Kaçmış Temizlik Kaynağıdır...
17-Mutfakta Yaşayan,Evde Herkesi İdare Eden Bir Tür Canlıdır...

18-Oğlunun Damat-Kızının Gelin Olduğunu Görünce,Çocuğu Mezun Olunca,Çocuğu Gol Atınca,Çocuğu Hasta Olunca,Çocuğu Askere Gidince,Asmalı Kabağı Seyredince,Dolar Yükselince Velhasıl Buna Benzer Bir sürü Şeye Ağlayabilen,Bu Mesajı Okurken Duygulanıp Gözleri Dolabilen,Ağlamaya Meyilli Bir Yapısı Olan Duygu Pınarıdır...
19-Uzakta Dursa Da Yakın Hissedilen,Canı Hep İstenen,Asla Vazgeçilmeyen,Dizinin Dibinde Olmak İstenen,Evlatların Varlığını Varlığına Armağan Edebileceği,Islak Kuru Ama Heeeep Duygulu Tek Kadın Modelidir..